19 Mart 2012 Pazartesi

ZAYIFLAYAMIYORUM, ÇÜNKÜ TEMBELİM (!)

“- Bahane aramayın. Bulmak çok kolaydır! “Çok yorgunum, uyumaya ihtiyacım var, çalışmak zorundayım” gibi cümleleri söylemek kolay, egzersiz yapmak zordur. Kendinizi kandırmayın.”
Osman Müftüoğlu, yazısında böyle demiş. Yaza hazırlanmak niyetine giren okuyucularına öğüt verirken; “ 8 bardak su için, öğünlerinizi yarıya indirin, aktivitenizi artırın” demiş. Sonra da eklemiş; “- Bahane aramayın. Bulmak çok kolaydır! “Çok yorgunum, uyumaya ihtiyacım var, çalışmak zorundayım” gibi cümleleri söylemek kolay, egzersiz yapmak zordur. Kendinizi kandırmayın.”
Bunu okuyunca birden kendimi savunma ihtiyacı hissettim. Ve Osman Müftüoğlu’na bir günümü özetleyip, egzersiz yapacak zaman ve enerjiyi nasıl bulacağımı sormak istedim;,
“Sayın Osman Müftüoğlu,
Çalışan bir kadınım, bir Eşim ve iki çocuk sahibi bir anneyim.
Günüm saat 6.00 da henüz 15 aylık olan oğlumun uyanması ile başlar. Altını değiştirir, sütünü içirir ve tekrar uyuturum.  Uykuya dalması biraz zaman alır genellikle. Bu arada eşim de uyanır hazırlanır ve işe gider.  Hızlıca duş alırım.
Saat 7.00 de 11 yaşındaki kızımı uyandırırım. O hazırlanırken, kahvaltısını hazırlarım.  Kendim hızlıca giyinirim.
 7.40 da kızımın okul servisi gelir. Onu uğurlarım. Oğlumu eve gelen teyzesine emanet eder ve ben de evden çıkarım.
9.00-18.00 arası  işteyim.  Son derece yoğun, stresli ve yorucu bir işim var.  Hep zamanla yarışmak, hiç hata yapmamak ve hep kazanmak zorundayım. İşyerinde sürekli müşterilerle muhatabım, ya da dışarıda yeni müşterileri ziyaret etmek durumundayım. Her gün ortalama 30 müşteriye hizmet vermeli, min. 5 müşteriyi ofisinde ziyaret etmeli,  en az 1 tanesini bizimle çalışmaya ikna edip,  işi hakkında araştırma yapıp,  ort. 15 sayfalık bir rapor yazmalıyım.  
Evim ve iş yerim İstanbul’un ayrı yakalarında olduğundan trafik arkadaşım gibidir.  Akşam trafiği sabaha göre daha acımasızdır. Sabaha göre 1 saat daha uzun tutar beni.  Durumuna göre eve 20.00 – 20.30 arasında varırım.
Hızlı bir şekilde elimi, yüzümü yıkar ve yemek hazırlarım.
21.00’de akşam yemeğine otururuz.   Yemekten sonra masayı toplar, bulaşıkları makinaya yerleştirir ve mutfağı toparlarım.
22.00’de kızım yatmaya hazırlanırken ödevlerini kontrol ederim.
22.15 de oğlumun altını değiştirir, pijamalarını giydirir, akşam sütünü verir, yatırırım. Şanslıysam, babası ile oynadığı oyun yeterli gelir ve benimle oynamaya kalkmadan uykuya dalar.
23.00 de ertesi günün yemeğini hazırlamaya başlarım. Çünkü işten eve geldiğimde yemek pişirecek zamanım olmaz.
00.30 gibi işim biter. Ertesi gün giyeceklerimi hazırlarım ve 1 gibi  yatarım.
Sayın Hocam ,  bana egzersiz yapacak zamanı nasıl yaratabileceğim hususunda öneride bulunmanızı rica ediyorum.  Zira ben tembellik ediyorum ve bir türlü o zamanı yaratamıyorum.”

7 Mart 2012 Çarşamba

ÇALIŞAN KADIN MI, MODERN KÖLE Mİ?

Bu gün Sabah Gazetesinde  yakın zamanda kadınlara yapılmış bir anketin sonuçlarını okudum. Durum fecii ötesiydi. Ankete katılan kadınların %70'i mutsuz olduğunu ifade etmişti. Hemen arkasından okuduğum Şelale Kadak, kadın istihdamındaki artışın refah seviyesinin göstergesi olduğunu iddia eden bir yazı yazmış. Birbirine zıt görüşleri ve durumları gözler önüne seren bu iki yazıyı okuduktan sonra dayanamadım, Şelale Kadak'a bir mektup döşendim. İşte o mektubumu buraya da koyuyorum.



"Sayın  Şelale Kadak,

Refahın artması için çalışan kadın oranının artması, bunun için de gerekli yasal düzenlemelerin yapılması gerektiğinden bahsetmişsiniz.

Yazınızı tam da Vatan Gazetesi’nin yaptığı kadınlara yönelik bir anketin sonuçlarını okuduktan sonra gördüm. 

Anketin sonuçları çok çarpıcıydı. Mesela çalışan kadınların %70 i kazançlarını eşlerine teslim ediyorlar.  Bekarların da %50 si gelirlerini ailelerine veriyor. Bir başka bakış açısıyla boğaz tokluğuna çalışıyor bu kadınlar.  Anket sonuçlarında yer almıyordu. Ama çalışan kadınlara "eşiniz ev işlerine yardım ediyor mu" diye sorulsaydı. Eminim %80'inin cevabı "hayır" olurdu.  Yani, ülkemizde çalışan kadın çift mesai yapıyor. Yine anket sonuçlarına göre bu kadınların yarıdan fazlası  SSKsiz çalışıyor.  Bu ne manaya geliyor biliyor musunuz?  Patronun dayattığı ağır koşullara katlanmak zorundasınız. Bu kadınlar her an kapının önüne konma tehdidiyle, günde 10-12 saat, haftada 6 gün çalışıyorlar.  Hiç bir sosyal güvenceleri olmadığından, bayram tatili haricinde yıllık izin de kullanmıyorlar. Zaten izinleri olsa ne olacak, evde onları bekleyen, ev işi, koca, çocuk üçgeni kalan bütün boş vakitlerini doldurmaktadır. Bu koşullarda kadınların çalışma hayatına katılması, refahın değil, kadın sömürüsünün artmasına yarar ancak.

Ve hep unutulan göz ardı edilen çok önemli bir mesele daha var. Çalışan kadınların çocukları! Tek başlarına büyüyorlar.  Çiçeği bile tek başına bıraksanız, bozulur. O zavallı çocuklara ne olduğunu, sokakları dolduran başıboş, eğitimsiz ve işsiz,  genç , güruha bakarak tahmin edebilirsiniz.

Türkiye’de çalışan kadın oranını artırmadan önce, sosyal koşulların iyileştirilmesi,  kayıt dışı işçi çalıştırılmasının önlenmesi, haftalık çalışma saatlerinin, yıllık izin kullanımlarının düzenlenmesi, istedikleri takdirde, part time çalışma imkanlarının sağlanması ve çocuklar için ücretsiz kreşler temin edilmesi lazım.

Ama tabi bütün bunlar yapıldığında Türkiye'deki işçilik maliyetleri de Avrupa düzeyine çıkar ve o zamanda Avrupa’nın fason üreticisi olma avantajını kaybediveririz ki; Ne iş adamları ne de devletteki ilgili merciler böyle bir duruma sıcak bakmaz.

Bu yüzden boşuna kadın çalışan oranının artışını destekleyen yazılar yazmayınız. Kadının sömürüsünün artışına hizmet etmiş olursunuz.

Saygılarımla,"

25 Ocak 2012 Çarşamba

SÖZ GÜMÜŞSE, SÜKUT ALTIN DEĞİLDİR!...

Fransa senatosu onayladı ya, soykırım yoktur diyeni hapse atma yasasını.  Bizim gazeteler vaveyla koparıyorlar. Şöyle rest çekmişiz, böyle beyanat vermişiz.
Yok canım!...
Madem bu kadar ateşli savunacaktın kendi halkını, hakkını; bugüne kadar aklın neredeydi?

Yılmaz Özdil’in kalemine sağlık.  Bugün döktürmüş yine Hürriyet’deki köşesinde.  Özetle “Bunca yıl bu meseleyi bilmezden geldik, gözlerimizi yumduk, bu yüzden ne işin aslını astarını öğrenebildik, ne de eloğluna hakettiği cevabı verebildik” diyor.

Doğru söylüyor her zamanki gibi. Dokuz köyden kovulmayı hakkederek!...

Evet niye öğretilmez Ermeni meselesinin aslı astarı bize? Halbuki güç bilgiden gelir.
Bilen, niye boyun eğsin, ya da “sen Cezayir’de yaptıklarına bak” diye beyanat verip de Cezayir tarafından “bizi bu işe bulaştırmayın” diye susturulsun.

Üniversitede yabancı hocalarımız vardı. Bir gün bir tartışma çıktı sınıfta, Ermeni meselesi üzerine.  Arkadaşlar kızıyorlar, yok öyle bir şey diyorlar ama Amerikalı hocaya ağzının payını verip susturamıyorlar. Ya ingilizceleri yetmiyor, ya bilgileri. Nüfusu milyonlardan yüzbinlere inen Kızılderililere yapılanlar gündeme getirildi, ama “konuyla ilgisi yok” deyip geri püskürtüldü.  Hırsımızdan neredeyse ağlayacağız.  Benim söyleyecek çok şeyim var, ama kendime güvenip çıkamıyorum ortaya.  Bir arkadaşım “O zaman savaş zamanıydı, Ermeni çeteler de Türk Köylerini basıp Türkleri öldürdü, demek ki biz de karşılık vermişiz, buna savaş denir, soykırım denmez” dedi.  Amerikalı hoca hemen itirazını koydu. Kanıt istedi. Belge istedi. Tarih kitaplarında niye yazmıyor dedi.

Haklıydı. Bunlar bizim eksiklerimizdi. Bu meseleyi biz ancak reddettik, ya doğruysa korkusundan araştırmak yerine, başımızı kuma gömmeyi tercih ettik.  Etkiye karşı tepkiyle hareket ettik, Ermeniler gibi aktivist olamadık.

Okuldaki tartışmaya dönersem, benim korkumu yenip ağzımı açmamla son buldu.  Büyük dedemle, büyük ninemin öksüz ve yetim olduklarını, birinci dünya savaşı ve kurtuluş savaşı süresince göçebe yaşadıklarını; Çünkü Ermeni çetelerinin yaşadıkları köyü basıp yaşlı bebek demeden herkesi camiye doldurup yaktıklarını ya da kurşuna dizdiklerini anlattım.

Katliamdan kaçıp saklananlar korkularından yayan göçe kalkmışlardı.  Eli silah tutan erkekler zaten cephedeydi. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar ise  yeni baskın olur korkusuyla kah gündüz saklanıp, gece yol alarak, kah güvenli buldukları yerlerde bir müddet konaklayarak yıllar süren bir yolculukla İzmit’e kadar gelmişlerdi. Ninemin anlattığına göre, İzmit civarına vardıklarında demişler ki; “Savaş bitti. Atatürk isteyenleri vapurla memleketlerine gönderiyor.” Benim dedem ve ninem (ki çocukmuşlar hala o dönem) dönmüşler. Ama dönmeyip İzmit, Adapazarı, Düzce civarına yerleşen binlerce Karadenizli ve Kafkasyalı var.  (Dedemin amca oğlu da yerleşenler arasında. Torunlarıyla  hala görüşürüz. Soyadlarımız aynıdır.) Bu illerde Laz, Gürcü, Çerkez, Abaz nüfusunun yoğun olma sebebi budur.  Ermeni çetelerinden kaçıp göç etmişler ve sonra da geri dönmeyip, bulundukları yere  yerleşmişlerdir.

Tarihse bu da benim aile tarihimdi. Hatta bir coğrafyanın tarihiydi. Kanıt da vardı, tanık da.  Bundan sonra Hoca başka bir şey diyemedi.  Konuyu kapattı. Bir daha da açtığını duymadım. En azından bizim sınıfta.

Biz hep böyle yaptık işte. Birisi sorduysa, ezberlediğimiz cevabı verdik. İkna ettik, edemedik. Ama o anda kaldı. Ermeniler gibi yaygara koparmadık. “İhanet ettiğin, arkadan vurduğun komşunun, kestiğin, yaktığın, kurşuna dizdiğin bebelerin, gencecik kızların, uşakların hesabını ver bakalım demedik. Elimizde hem kanıt, hem tanık varken, sustuk.  “Söz gümüşse, sükut altındır” diyerek sustuk. Belki de ülkenin başka taraflarında, tehcir sırasında bir benzerinin onlara da yapıldığını bildiğimizden, utandığımızdan sustuk.  Ama karşımızdakilerin kendi ellerindeki kana  rağmen, utanmaz olduğunu unuttuk.

Halt ettik!.. Bakın şimdi düştüğümüz hallere!...

21 Ocak 2012 Cumartesi

BOĞAZA RANT KÖPRÜSÜ

İstanbul boğazına yapılması planlanan üçüncü köprü ile ilgili pek çok şey yazılıp çiziliyor. İçlerinde en çok Metin Münir'in Milliyet Gazetesindeki köşesinde yazdıklarını beğendim, hak verdim. Metin Münir'e katılıyorum; Amaç İstanbul trafiğini rahatlatmak değil, siyasi rant yaratmaktır.  Üçüncü köprü güzergahının tartışıldığı günlerde bile, tartışmanın beyhudeliği,  güzergahın İstanbul'un kuzeyinde olacağı belliydi.

Göktürk, Işıklar, Ağaçlı tarafını bilir misiniz bilmem.  O taraflardaki firmalardan, köylerden tanıdıklarım var. Öyle şeyler duyuyor görüyordum ki, kolay kolay inanılmaz.  Mesela uzun bir süredir o bölgede ormanın içlerine duble yollar yapılıyor.  Yol Göktürk, Kemerburgaz üzerinden TEM'e bağlanıyor. Bunları gördükçe ve  köylülerin, o bölgede çalışanların konuştuklarını duydukça, daha proje açıklanmadan çook önce, çevremdeki herkese üçüncü köprünün İstanbul'un kuzeyinden geçeceğini söylüyordum. Ama kimseyi inandıramıyordum. Çünkü mantıklı değildi.

Karadeniz kıyısındaki kömür madenleri kapatıldı. Maden çukurlarını doldurmak için, İstanbul'un bütün hafriyat toprağı oraya yönlendiriliyor.  Bu duble yollar kamyonlar rahat gitsin gelsin diye mi yapıldı ? Tabi ki değil.

Ama buna rağmen İstanbul'un kuzeyindeki köylerde ne idüğü belirsiz, yeni kurulmuş maden şirketleri peydah oldu.  Köylülerin elindeki araziyi, maden arayacağız diyerek yok pahasına satın alıyorlar. Dahası satmak istemeyenden zorla alıyorlar. Köylülerin anlattığına göre; Madenlerle ilgili bir yasa varmış. Bir şirket bir arazide maden çıkartacaksa, arazi sahibinin rızası gerekmiyormuş satış için. Ziraat bankasında mülk sahibinin adına  açılan bir hesaba, arazinin bedeli (tabi ki komik rakamlar) yatırılıyor ve arazi maden şirketine geçiyor. Linyit madenleri kapatıldı, başka ne madeniymiş bu diyorsunuz. Söyleyeyim. Kum ve taş.  Yalandan bir şantiye kuruluveriyor hemen.  Tabii o bölgede yıllardır çalışan, kendi arazilerinden kum ve taş çıkartan bazı şirketler var.  Bunları tenzih ediyorum. Ama köylüden üç otuz paraya toplanan arazilerin, sonradan açıklanan üçüncü köprü güzergahında olması büyük tesadüf(!) değil mi?

Ne zaman, nerde okumuştum hatırlamıyorum. Bir yazıda diyordu ki, "Türkiye'de zengin olmanın yolu gayrimenkulden geçer.  Kimse çok çalışıp üreterek zengin olmaz. Vaktiyle satın aldığı gayrimenkullerin değer kazanmasıyla zengin olur."  Bu yazıyı okuduktan sonra çevreme daha dikkatle bakınmaya başladım.  Haklıydı yazan. En başta benim kendi babam. Yıllarca çalışıp çabalayarak başını sokacak bir apartman dairesi alabilmişti. Mütevazi mal varlığını ise, babasından kalan müstakil eve borçluydu. O ev kat karşılığı müteahhite verilmişti ve babam da şimdi rahatça geçimini sağlayan kira gelirlerine kavuşmuştu.  Ya da mobilya aksesuarları üreten bir firması olan müşterim. Küçücük bir atölye olduğu zamanları biliyorum. Şimdi Gebze Organize'de kocaman bir fabrikası, yanında çalışan yüzlerce işçisi var.  Çok akıllı, çok çalışkan, çok yaratıcıydı. Ama  ona da "yürü ya kulum" dedirten, bu saydığım özellikleri değildi.  Atölyeyi taşımak için üç otuz paraya aldığı arsanın olduğu bölge birden kalkınınca, nerdeyse on misli fiyata satmıştı o arsayı ve üzerindeki derme çatma binayı. Gebzedeki fabrikayı bu parayla kurmuştu. Yani orta bir sermaye birikimi yok, rant geliri var.

Bu ülkede yüzyıllardır insanlar devlet eliyle zengin edilirler. "Her iktidar kendi zenginini yaratır" diye doğruluğu ispatlanmış bir laf var.  Osmanlıda Padişah sevdiği kuluna varlık bahşederdi. Gözünden düşenden geri alırdı.  Şimdi o işi hükümetler yapıyor.

Şimdiki iktidarın tabanı biraz daha geniş, biraz daha yoksul ve biraz daha vasıfsız. Böyle bir kitleyi zengin etmenin yolu rant yaratmaktan geçer. Çünkü bu vasıfsız kitleye iş ihale edip,  yaptıramazsınız.  Yaptırırsanız, yaptıkları yalan yanlış  pistte gencecik bir kız ölür, gerçekte hızlı olmayan hızlı tren raydan çıkar,  yeni yapılmış yollar çöker ve bu yetersizlikler sonunda gelip o iktidarı vurur.  Oysa rant yaratmak en temiz iştir. İmara kapalı arazileri önce satarsın, sonra imara açarsın. Hoop, işte sana bir dolu yeni zengin.  Ömür boyu minnettar bir oy deposu. Üstelik onların nasıl ve niye yırttığını bilen daha geniş bir vasıfsız kitlenin de oylarını garantilemiş olursun. Çünkü umut fakirin ekmeği. Yeterince yakın dururlar, desteklerini esirgemezlerse,  Bir gün onlara da çıkabilir.

17 Ocak 2012 Salı

AŞK HER ŞEYİ AFFEDER Mİ?

"Aşk gerçekten bu kadar yıkıcı mı?" diye başlık atmış Ayşe Arman yazısına. Sonra da Fatma ile Ahmet’in hikayesini anlatmış.
Ben de soruya soruyla karşılık vereyim; Peki, aşk her şeyi affeder mi?
Özlem Tekin’in kulakları çınlasın, bu şarkısı meşhur olduğunda arkadaş ortamında en çok tartıştığımız konu buydu: “Aşk her şeyi affeder mi, ya da affettirir mi?”
Bence, aşk ne her şeyi affeder, ne de affettirir.  Bunun aşkla değil o kişinin karakteriyle ilgisi vardır.

Dürüst, sağlam karakterli bir insan aşka sığınarak Fatma’nın yaptıklarını yapabilir mi? Ne kadar aşık olursa olsun. Kimseyi düşünmese de yavrusunu düşünür.  Geleceğini düşünür.  Cana kıyma hakkımızın olmadığını düşünür. 
Aşkı için savaşır, acı çeker, sabreder. Ama kişiliğinden ödün vermez. Burada kastettiğim gurur değil. Yanlış anlamayın. Aşkta gurura ben de inanmam. Aşk için gerekirse, sevgilinizin ayaklarına kapanabilirsiniz. Burada kast ettiğim onur.  Sizi, siz yapan değerler. Sağlam karakterli bir insan, aşkın onurunu çiğnemesine ve onu insanlıktan çıkartmasına izin vermez.

AA yazısında Fatma’nın karakterinden bahsetmiş zaten; “Ama deli, zapt edilemeyen tay gibi, başına buyruk, dediğim dedik.” Bence bu davranış bencil, kendini dünyanın merkezi sanan insanların tarzıdır. Kendi mutluluğundan ve isteklerinden ötesini  ne görebilir, ne düşünebilirler.  Onlar için elzem olan o anki arzuları ve istekleridir. Gerisi önemli değildir.
Yoksa adam gibi konuşup anlaşmak, boşanmak varken, niye sevgilisini cinayete teşebbüs ettirsin ki. Ama bekleyemez, boşanmayı bekleyecek sabrı yoktur, beklerken acı çekmeye niyeti de yoktur.  Her şey hemen olmalıdır.  Bütün engeller, hemen ortadan kalkmalıdır. Oysa beklemek acı demek, belki vicdan azabı demek, sabır demek, sıkıntı demek.  Bencil insanların bunlara tahammülü yoktur. O sadece mutlu  olmalıdır.

Böyle insanlar, sadece kendi isteklerini bilirler, yaptıklarından ötesini görmek istemezler. Ve sonunda işte böyle cezalarını bulurlar. 
Haa, cezasını bulur da akıllanır mı, dersiniz? Sanmam!. O hala kadere, şanssızlığına, duruma uyanan polislere, işi yüzüne gözüne bulaştıran sevgilisine  filan kızıyordur.  Olan sadece, bu kadının çocuğu, kocası, ailesi olma bahtsızlığına uğrayanlara olur.

Allah geride kalanlara sabır versin.

6 Ocak 2012 Cuma

TÜRK GENÇLİĞİNİ BEKLEYEN EN BÜYÜK (!) TEHLİKE....

Yalçın Bayer’in çarşamba günkü Hürriyet gazetesinde yayınlanan yazısına güleyim mi ağlayayım mı bilemedim.

Türk usulü, yani “F” klavyenin yaratıcısı İhsan Yener gazetecilere (bence komik) bir uyarı göndermiş. Yalçın Bayer de bunu ciddiye alıp köşesine taşımış. Ciddi  ciddi destek veriyor.


Efendim, mesele şu: Tablet bilgisayarla eğitime geçecek olan çocuklarımızı çok büyük bir tehlike bekliyormuş. Bu çocuklarımız 10 parmak daktilo  pardon klavye yazmayı öğrenemezse, düşüncelerini adam gibi ifade etmeyi beceremeyecek, dolayısıyla hiçbir şey öğrenemeyeceklermiş. Bu yüzden ülkemiz en bi gelişmiş ülkeler arasından, en geri kalmış ülkelerin arasına tepetaklak düşecekmiş. Bu sebeple çocularımızın acilen 10 parmak daktilo (ay yine pardon) klavye kurslarına başlaması şartmış.


Üstelik de “madalyalık eğitimci”(valla bu lafı ben demedim, Yalçın Bayer öyle diyor) İhsan Yener’in icadı olan “F” klavyenin öğretilmesi gerekiyormuş. Çünkü “F”klavye Türkçeye en uygun klavyeymiş. Olabilir, doğrudur. Mucidi Türk olduğuna göre, icadı da Türklere göre olacak tabi ki. Ama “F” klavyenin önerilme sebebi bu değil. Türkçe çok matematiksel bir dilmiş. O yüzden F klavye de dünyanın en bilimsel klavyesiymiş.  Bu en bilimsel klavyeyi kullanmayı öğrenince, çocuklarımız, hatta torunlarımız, yani tüm geleceğimiz bilinçsizliğin karanlığına gömülmekten ve en ilkel yöntemlerle çalışma mahkumiyetinden kurtulacakmış. (Bunu ben uydurmadım valla. İhsan Yener aynen bunu demiş gazetecilere gönderdiği mektupta)


Şimdi iki amcam da ( bu naftalin kokan düşünceleri bende onlara böyle hitap etme isteği doğurdu, elimde değil) gayet içten inanıyorlar Türk gençlerini bekleyen büyük(!) tehlikeye ki; Biri yazmış, diğeri yayınlamış. 

İçimden hem İhsan Yener’e hem de Yalçın Bayer’e şöyle seslenmek geçiyor. “Amcacııım, huuuuu, beni duyuyor musun? Geçti o devirler geçtiiii.”


Gerçekten de 10 parmak daktilo kursu zamanları geçti artık.  Bak “F” klavye ile dünya şampiyonu olduğumuz yıl 1957 imiş.  Benim annem bile altı bezli bebecikti o zamanlar.  10 parmak bilgisayar klavyesi kursu da tutmadı. Ayol daktilo kız mı kaldı artık. Her şeyi takada tukada yazsın.  Bilgiyi kendin dile getirmiyorsan, yazmaya da ihtiyaç duymuyorsun artık. Çünkü, fotocopy vaaar, fax vaarrr, scanner vaar, copy/paste vaarrr, forward vaar.   Baksanıza fax bile 5-10 yıl içinde ortadan kalkacak aletlerdenmiş.


Bilgisayarı  geç görüp 2 parmak yazmaya kalkışanlar çoktaaan emekli oldular. Merak etmeyin onların beynindeki tahribatı “Q” klavye değil,  zaman yaptı. Şimdi alzeimerlı alzeimerlı oturuyorlar.


Zamane çocukları maaşallah, doğar doğmaz bilgisayar başına oturduklarından olsa gerek,  kursa filan ihtiyaç duymadan 10 parmak kullanıyorlar klavyeyi. Hem de “Q” sunu. Çünkü bu zamane çocukları İngilizceyi de Türkçe kadar iyi kullanıyorlar.  Sanal alemde bile olsa bir ayakları yurtdışında.  E n’apacak bu çocuk,  iki klavye mi taşıyacak? İngilizce yazarken Q, Türkçe yazarken F.  Öyle mi?  Neyse şimdilik hiç birisinde”Q” klavye kullanmaktan dolayı  bir beyin özrü filan ortaya çıkmadı. Hepsi cin gibiler maaşallah.


Ammaaan bu kadar da kastırmayın zaten .Çok değil 5 yıl içinde klavye filan kalmayacak. Sen söyleyeceksin, bilgisayarın (ya da tabletin herneyse işte) yazacak.

Sorun toptan çözülecek.
Ohhh!.. İçim rahatladı, kurtulduk valla geri kalmaktan.