Fransa senatosu onayladı ya, soykırım yoktur diyeni hapse atma yasasını. Bizim gazeteler vaveyla koparıyorlar. Şöyle rest çekmişiz, böyle beyanat vermişiz.
Yok canım!...
Madem bu kadar ateşli savunacaktın kendi halkını, hakkını; bugüne kadar aklın neredeydi?
Yılmaz Özdil’in kalemine sağlık. Bugün döktürmüş yine Hürriyet’deki köşesinde. Özetle “Bunca yıl bu meseleyi bilmezden geldik, gözlerimizi yumduk, bu yüzden ne işin aslını astarını öğrenebildik, ne de eloğluna hakettiği cevabı verebildik” diyor.
Doğru söylüyor her zamanki gibi. Dokuz köyden kovulmayı hakkederek!...
Evet niye öğretilmez Ermeni meselesinin aslı astarı bize? Halbuki güç bilgiden gelir.
Bilen, niye boyun eğsin, ya da “sen Cezayir’de yaptıklarına bak” diye beyanat verip de Cezayir tarafından “bizi bu işe bulaştırmayın” diye susturulsun.
Üniversitede yabancı hocalarımız vardı. Bir gün bir tartışma çıktı sınıfta, Ermeni meselesi üzerine. Arkadaşlar kızıyorlar, yok öyle bir şey diyorlar ama Amerikalı hocaya ağzının payını verip susturamıyorlar. Ya ingilizceleri yetmiyor, ya bilgileri. Nüfusu milyonlardan yüzbinlere inen Kızılderililere yapılanlar gündeme getirildi, ama “konuyla ilgisi yok” deyip geri püskürtüldü. Hırsımızdan neredeyse ağlayacağız. Benim söyleyecek çok şeyim var, ama kendime güvenip çıkamıyorum ortaya. Bir arkadaşım “O zaman savaş zamanıydı, Ermeni çeteler de Türk Köylerini basıp Türkleri öldürdü, demek ki biz de karşılık vermişiz, buna savaş denir, soykırım denmez” dedi. Amerikalı hoca hemen itirazını koydu. Kanıt istedi. Belge istedi. Tarih kitaplarında niye yazmıyor dedi.
Haklıydı. Bunlar bizim eksiklerimizdi. Bu meseleyi biz ancak reddettik, ya doğruysa korkusundan araştırmak yerine, başımızı kuma gömmeyi tercih ettik. Etkiye karşı tepkiyle hareket ettik, Ermeniler gibi aktivist olamadık.
Okuldaki tartışmaya dönersem, benim korkumu yenip ağzımı açmamla son buldu. Büyük dedemle, büyük ninemin öksüz ve yetim olduklarını, birinci dünya savaşı ve kurtuluş savaşı süresince göçebe yaşadıklarını; Çünkü Ermeni çetelerinin yaşadıkları köyü basıp yaşlı bebek demeden herkesi camiye doldurup yaktıklarını ya da kurşuna dizdiklerini anlattım.
Katliamdan kaçıp saklananlar korkularından yayan göçe kalkmışlardı. Eli silah tutan erkekler zaten cephedeydi. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar ise yeni baskın olur korkusuyla kah gündüz saklanıp, gece yol alarak, kah güvenli buldukları yerlerde bir müddet konaklayarak yıllar süren bir yolculukla İzmit’e kadar gelmişlerdi. Ninemin anlattığına göre, İzmit civarına vardıklarında demişler ki; “Savaş bitti. Atatürk isteyenleri vapurla memleketlerine gönderiyor.” Benim dedem ve ninem (ki çocukmuşlar hala o dönem) dönmüşler. Ama dönmeyip İzmit, Adapazarı, Düzce civarına yerleşen binlerce Karadenizli ve Kafkasyalı var. (Dedemin amca oğlu da yerleşenler arasında. Torunlarıyla hala görüşürüz. Soyadlarımız aynıdır.) Bu illerde Laz, Gürcü, Çerkez, Abaz nüfusunun yoğun olma sebebi budur. Ermeni çetelerinden kaçıp göç etmişler ve sonra da geri dönmeyip, bulundukları yere yerleşmişlerdir.
Tarihse bu da benim aile tarihimdi. Hatta bir coğrafyanın tarihiydi. Kanıt da vardı, tanık da. Bundan sonra Hoca başka bir şey diyemedi. Konuyu kapattı. Bir daha da açtığını duymadım. En azından bizim sınıfta.
Biz hep böyle yaptık işte. Birisi sorduysa, ezberlediğimiz cevabı verdik. İkna ettik, edemedik. Ama o anda kaldı. Ermeniler gibi yaygara koparmadık. “İhanet ettiğin, arkadan vurduğun komşunun, kestiğin, yaktığın, kurşuna dizdiğin bebelerin, gencecik kızların, uşakların hesabını ver bakalım demedik. Elimizde hem kanıt, hem tanık varken, sustuk. “Söz gümüşse, sükut altındır” diyerek sustuk. Belki de ülkenin başka taraflarında, tehcir sırasında bir benzerinin onlara da yapıldığını bildiğimizden, utandığımızdan sustuk. Ama karşımızdakilerin kendi ellerindeki kana rağmen, utanmaz olduğunu unuttuk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder