23 Aralık 2011 Cuma

İTİRAZIM VAR!...SOYKIRIM YALANINA DA, ÇANAK TUTANLARA DA...

Taha Akyol, Hürriyet gazetesindeki köşesinde yayınlanan “1915’te ne oldu” başlıklı yazısında Ermeni meselesine  dair bugüne kadar okuduğum en aklı başında açıklamaları yapıyor.  Fransa'nın soykırımı tanıması, üstüne üstlük "yoktur diyeni de hapse tıkarım" demesi, biz Türklerin canını çok yaktı tabii.

Gazeteler Fransızların bu davranışını "akıl durması"olarak niteliyor ama, asıl akıl durmasını yaşayan biz olduk. Hepimize "kal" geldi resmen. Hırsımızdan ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırdık. Fransa'la olan ticareti bitirmeyi isteyeni mi ararsın, Fransız mallarını sokağa döküp yakalım diyeni mi artık. her kafadan ayrı ses çıkıyor. Vahim olan bu tepkilerin hepsi lafta kalacak.  Ermeni soykırımı iddalarına Ermenilerin silahlarıyla cevap vermediğimiz sürece bu selede altta kalan olmaya mahkumuz bence.

“Soykırım yoktur” derken bilgiden değil, inançtan hareket ettiğimiz için, etkin bir tavır almak yerine kafamızı kuma gömmeyi tercih ettiğimiz için bugün bu mesele bu kadar dallanıp budaklanmış durumdadır.

İnanç kabulü veya reddi gerektirir, bilgi ise anlamayı. Anlamaya çalışmak zordur, emek ister, kabul veya reddetmekse  çok kolaydır. Bu nedenle  birkaç yıl önce büyük inançla “soykırım yoktur” diyenlerin bir kısmı artık “belki de vardır” noktasına gelmişlerdir ama hala olanları anlamalarını, değerlendirmelerini sağlayacak  bilgileri yoktur.

Ben şunu anlayamıyorum. Ermeniler kendi yazdıkları tarihlerine tanık buluyorlar da,  biz niye bulmuyoruz. Pardon!  Yanlış söyledim, biz niye tanık aramıyoruz diyecektim. Arasak bulacağız çünkü.  

Ermenilerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki Müslümanların kişisel tarihlerini anlatması bile yeterli.  Tabii aradan 96 sene geçti. İlk ağızdan tanık dinlemek artık imkansız. Ama ailelerde anlatılan hikayeler yok mudur? Vardır.

Benim ailemde var mesela. Annemin büyük annesi ve dedesi bizzat yaşamış kendi facialarını. Ermeni çeteleri Trabzon’daki köylerini basıp,  yaşlı genç, çoluk çocuk demeden yakaladıkları herkesi köyün camisine doldurup yaktıklarında çocukmuşlar daha. Dedemin annesi fındıklığa kaçırmış ikisini de öyle kurtulmuşlar diri diri yanmaktan.  Bizim ailede bu yaşanmış hikaye büyük ninemle dedem tarafından yaşam öykülerinin bir parçası olarak anlatılırdı, hani “biz neler gördük, siz şimdiki zamanın kıymetini bilin”  demek için.  Kimsenin aklına Ermenilere nefret kusmak gelmezdi. “O zamanlar” savaş vardı çünkü, ve kötü olan savaştı, insanlar değil.   

Anadolu’da benzer hikayeleri bulunan bir sürü Türk aile vardır.  Hiçbirisi kalkıp ağzını açmıyor. Ya da hiçbir araştırmacı o hikayeleri dinleyip yazmıyor, yazılanlar daha geniş kitlelere ulaştırılmıyor. Ermeniler ise misyon edinmişler. Özellikle diaspora çok sıkı çalışıyor. En ufak bir bilgiyi bile atlamıyor, büyütüp parlatıp, dünyanın gözüne sokuyor.

Ermeni meselesinde Türkiye’yi sınıfta bırakan, yaşananlar değil, bizim takındığımız tavırdır. “Başımı kuma gömeyim, fırtına nasıl olsa diner” tavrı.  Gözden kaçırdığımız nokta bu fırtına doğal değil, yaratılmış, birileri boş durmayıp habire körüklüyor.  Biz de kafamız kumda geçeçeği zamanı bekliyoruz.
Daha çok bekleriz.

16 Aralık 2011 Cuma

ÇALIŞAN ANNENİN ÇOCUĞU MUTLU MUDUR?

Ay çat diye çatlayacağım. Vallahi de billahi de sinirimden çatlayacağım.

Türkiye’de “çalışan kadın” olmanın koşullarını bilmeden ahkam kesmiyorlar mı deli oluyorum. Bak hırsımdan doğru düzgün düşünüp yazamıyorum bile.

Şimdi hangi konuda ahkam kesiyorlar diye soracaksınız tabii.
Baştan alayım.

Efendim, Hürriyet Gazetesi’nde haftada bir gün, doktorla danışan arasında geçen soru cevap konuşmaları havası verilmiş bir köşe yayınlanıyor. Dr. Başak DEMİRİZ hazırlıyor köşeyi. Bu haftanın konu başlığı “çalışan annenin vicdan azabı” 

Danışanı soruyor. "6 aylık bebeğimi bıraktım işe başladım. Çok endişeliyim, çok vicdan azabı çekiyorum. Ne yapmalıyım?"
Doktorumuz da tuzu kuruların özgüveniyle cevap veriyor: “Çalışmanız çocuğunuzda bir sorun yaratmaz. Önemli olan onunla geçirdiğiniz vaktin niceliği değil, niteliğidir.”  Sonra da Avrupa’da, Amerika’da yapılmış araştırmalardan örnekler veriyor.  En sonunda bu kadar iddialı olmaktan (e tabi çıkar birileri sorar di mi; annesinin çalışıyor olmasından muzdarip bi sürü çocuk var onlar ne olacak? der ) çekinmiş olacak ki bir ama ekliyor.  “Çocuğunuza vakit ayıramamanız sorun yaratır” .

İşte burada patlıyorum!...
O, hangi ülkede yaşadığından habersiz Doktor’a bağıra bağıra demek istiyorum ki; SEN TÜRKİYE'Yİ AVRUPA MI SANDIN? ...da oranın istatistiği  ile burayı değerlendirebiliyorsun. Avrupa’da pek çok ülkede kadınlar 9 ay- 1 yıl doğum izni kullanır. Doğum sonrası dilerlerse işlerine part time devam edebilirler.  Bunların hangisi geçerli bu ülkede  Allah aşkına.

Sağlık bakanlığı bangır bangır yayın yapıyor, “ilk 6 ay sadece anne sütü.”Ama doğum izni 8 hafta. 2 ay bile değil. Eğer karnın burnunda her an işyerinde doğurma riskini göze alıp 37. Haftaya kadar çalışırsan, doğum öncesi izninden de bir 5 hafta ekleniyor. Oluyor 13 hafta.  Yani hepi topu 3 ay. Nasıl emzirecen 6 ay?  Eğer işyerini ikna edebilirsen 6 ay da ücretsiz izin kullanabilirsin. (ki Türkiye'de yaşıyoruz pek çok işyeri o 6 ay izn vermektense, seni kapının önüne koymayı tercih eder).  Doğumdan sonra günde 1,5 saat süt iznin var, bebek 1 yaşına gelene kadar.  Bu izni layığıyla kullanabilenler var mı çok merak ediyorum. Ben bugüne kadar hiç görmedim de…

Haa, bu doğumla ilgili izinler konusunda devlet memuru olan annelerle, olmayan yani SSK'lı anneler arasında da ciddi bir ayrımcılık var.. Ama oraya hiç girmeyeyim. Açtığım ağzımı kimse kapattıramaz sonra…

Neyse konuyu dağıttım.  Toparlayayım.
Türkiye’de çalışan kadın nüfusun büyük bir kısmı büyük şehirlerde yaşıyor.  Üşenmesem bununla ilgili istatistik de araştırırdım ama. Vaktim yok, uğraşamayacağım. Görünen köy kılavuz istemez nasıl olsa.  
Kendi işiyle uğraşan, doktorluk, öğretmenlik (devlette) yapan, ya da hali vakti yerinde olan az sayıdaki kadını çıkardığınızda, kalan büyük çoğunluğun çocuğuna ayıracak yeterli vakti yoktur. Yani, “kariyer de yaparım çocuk da” lafı yalandır. Birinden biri eksik kalır illa ki.

Çünkü haftalık çalışma saatleri 45-50 saat civarındadır. Fazlası vardır eksiği yoktur. Finans sektöründe çalışma saatleri - ödenmediği için istatistiklere girmeyen- mesailer  sebebiyle haftalık 60 saati bulur.  Belli dönemlerde geçebilir de.. Özel okullarda öğretmenler, vakitli çıksalar da , sınav değerlendirme, ders hazırlama vb nedenlerle evde de çalışmaya devam etmek zorundadırlar. İşçileri hiç saymıyorum. Mecbur tutulan mesailerle, asgari ücretten az hallice olan maaşları üç kuruş daha artsa da, onların da haftalık çalışma saatleri 50-60 ın altına düşmez.  Akşam 5 dedin mi çıkan devlet memuru kadınlar bile, eğer büyük şehirde yaşıyorlarsa, trafik çilesi nedeniyle evlerine saat 7 den önce varamazlar.

Kadınların eğitim ve gelir seviyesi düştükçe, evde eşlerinden destek alma imkanları da azalıyor. Bu nedenle günde ortalama 10 saat çalışan ve minimum 2 saatini trafikte zayii eden  (İstanbul’da yaşıyorsa bu süre 5 saate kadar çıkıyor maalesef) kadını evde de ev işleri beklemektedir. Yemek pişirecek, çamaşır, bulaşık yıkayacak, ütü, temizlik yapacak, .  Ve zaman bulursa, uykuya dalmadan az önce çocuğuyla ilgilenecek. Sonra da o çocuk çalışan annesi nedeniyle hiiiç sorun yaşamayacak, aksine çok mutlu olacak.

Bir tarafımla gülerim ben bu sava… Çürütebilecek olan varsa da beri gelsin!...

6 Aralık 2011 Salı

TRAFİK DÜŞMANLARI: SERVİSLER!..

Hıncal Uluç bugünkü "Ya İstanbul Çocuklarının Sahibi" başlıklı yazısında servis teröründen bahsetmiş.  “ İstanbul servis cinayetinden vazgeçtik.. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha yol kenarlarında bedava yatıyor, İstanbul ana caddelerini, ara sokaklarını babalarının malı gibi işgal ediyorlar ve günde dört saat çalışıp, trafiği katlederek, eşek yükü ile para kazanıyorlar..Günde dört saatle servet getiren başka iş kolu var mı, dünyada?. Yok. Çünkü böyle bir servis rezaleti dünyada yok..” demiş ve devam etmiş. Merak eden devamını linkten bağlanıp okuyabilir.

Yazının her kelimesine katılıyorum.
Bu şehirde işyerlerimiz, çocuklarımızın okulları evimizin yakınlarında olamadığı ve insani bir toplu taşıma hizmeti bulunmadığı için, büyük bir çoğunluk servis araçlarına mahkum. Servis araçları sanki yolların sahibi onlarmış gibi, sanki trafik kurallarından muaflarmış gibi davranıyor ve büyük tehlike saçıyorlar. Elbette buna bir dur denmesi gerekiyor.

Sadece bir konuda düzeltme yapmak istiyorum. Servis işinde parayı kazanan şoför değil, bağlı olduğu şirkettir. Yok mudur kendinin patronu olup sıkı para kazanan servis şoförleri?  Vardır, yani var. Biliyorum. Ama sayıları devede kulak onu da biliyorum.  Servis işi asıl şirketlerin elinde; kurmak için özel bir izin, gerek ya da yeter şart gerektirmeyen, her isteyenin , iki minibüsü bir araya getirenin kurabileceği şirketlerin elinde.

Servis şirketi muhtelif işyerleri ve okullarla anlaşma yapar. Fiyat pazarlığı kıran kıranadır. Ucuna ucuna marjlarla işi alırlar ve kendi komisyonlarını kesip, işi daha da düşük bir fiyata minibüsü olan şoföre verirler. Şoför kazandığı parayla taşıt kredisinin taksitini zor öder. Geçinebilmesi için, ikinci hatta üçüncü işi alması şarttır.  Gel gör ki işyerlerinin mesai saatlerinin başlangıç ve bitişleri okullarınkiyle ucu ucuna denk gelir.  Bir sonraki servise yetişme çabasının üstüne trafik de eklenince servis şoförünün içinden trafik canavarı çıkıverir.  Çünkü aksi takdirde geçim canavarı onu alt edecektir.

Diyeceğim o ki;  fatura hep şoföre kesilir. Servis aracı trafiğe takılır, personel gecikir hoop firmadan şirkete, şirketten de şoföre uyarı gider. Trafik mağduru olan şoför bir sonraki servise de yetişemez, gecikir, personel beklemez atlar taksiye işe gider; taksinin faturası şirkete gönderilir, şirketten de şoföre yönlendirilir. Garibim şoför bu sefer trafiğe takılmamak için, emniyet şerdine dalar hoop şirkete şikayet gider, şirket vaziyeti kurtarmak için şoförü kovar. Sonra servis şoförü gazetelerde köşe yazılarında, radyo programlarında  yerden yere vurulur. 


Kimse bu işteki diğer sorumluları bilmez, görmez. Oysa servis teröründe en büyük sorumlular (bence) servis şirketleri ve hizmeti alan firmalardır.  Niyesi belli. Firmalar ciddi bir gider kalemi olarak gördükleri personel servisi işini en ucuz fiyatı teklif edene vermek isterler. Servis şirketlerini birbirlerine kırdırırlar. Servis şirketleri de iş alabilmek için tuzağa düşer, bu işin altından kalkabilir miyim diye bakmadan, kıran kırana rekabete dalarlar. Okul işinde durum biraz daha farklıdır. Servis ücretini ödeyen veli olduğu için. Pazarlık servis ücreti üzerinden değil, okul yönetimine ödenecek avanta üzerinden yapılır.

Her ne olursa olsun, en sonunda faturayı ödeyen servis şoförüdür. Çünkü bu şirketlerin büyük bir çoğunluğunun kendi filosu yoktur. Altur, Gürsel gibi büyük firmalarda da durum farklı değildir. Kendi filolarının yanı sıra mutlaka taşeron şoför de kullanırlar. Yani servis aracı onu kullanan şoföründür. Faturayı servis şirketi keser, firmadan parasını alır ve kendi payını kestikten sonra canı ne zaman isterse o zaman kalanı şoföre öder. Şoförün fiyat pazarlığında bir rolü yoktur. Verilen işi ve fiyatı kabul etmek zorundadır. Çünkü aracını büyük bir ihtimalle banka kredisiyle almıştır. Onu ödemek zorundadır, evine ekmek götürmek zorundadır.  

Bu arada, bu kadar savunduğuma bakıp beni servis şoförü sanmayın, değilim;  bankacıyım.  Bugüne değin yüzlerce servis şoförüne kredi verdim. Yaşadıklarına, faturanın hep onlara kesilmesine ve çaresizliklerine yakından şahit oldum.  

En son Murat Kazanasmaz bir sivil toplum hareketi başlattı.  Emniyet şeridini ihlal eden, logolu araçların fotoğrafını çekip Kazanasmaz’ın twitter adresine ( https://twitter.com/#!/muratkazanasmaz)  yolluyorsun, teşhir ediliyor.  Çok güzel bir uygulama. Bazı servis şirketleri hemen açıklama yaptı. “Biz böyle davranan şoförlerin işine son veriyoruz” diye. Hemen alkışlandılar “Bravo” diye. Ama kimse perdenin arkasına bakma gereği duymadı, duymuyor. Ben perdeyi açıp, göstereyim dedim. 

Şoförleri aklamaya çalışır gibi göründüğümün farkındayım. Yanlış anlaşılmasın onları aklamaya çalışmıyorum. Sadece bir gerçeğe işaret ediyorum ve tek kabahatliler şoförler değil, yapana değil yaptırana da bakın diyorum.

HAMİŞ: Servis işinde, taşınan, canları tehikeye atılan yolculardan hiç bahsetmedim yazımda dikkat ederseniz. Çünkü onları kimse iplemiyor. Servis aracında taşınan ha yolcu, ha eşya farketmiyor. Çünkü işiveren firma yapacağı tasarrufu, servis şirketi kazanacağı parayı, servis şoförü de evine götüreceği ekmeği düşünüyor.  Bu arada taşıma işine konu olan insanmış, can taşırmış, hiçbiri farkında değil, olmak da istemiyorlar.



28 Kasım 2011 Pazartesi

KOMŞULUK NEDEN BİTİYOR?

Ne zaman bıraktık sevmeyi komşu olmayı demiş Şengül  Balıksırtı Günaydın’daki (http://www.sabah.com.tr/Gunaydin/Yazarlar/baliksirti/2011/11/25/dedemin-insanlari)  yazısında.

Bunu ben de merak ediyorum. 40 yaşındayım. 40 yıldır İstanbul'da aynı mahallede, babamın doğup büyüdüğü, dedemin yaşlanıp hakkın rahmetine kavuştuğu mahallede yaşıyorum.  Komşuluğun en yoğun, en tatlı olduğu dönemleri de gördüm. Sonrasında yıllar geçtikçe azalışına ve en sonunda yokoluşuna da şahit oldum.  Nedenleri üzerine epey kafa yordum.  Büyüyen şehir, kalabalıklaşan nüfus, değişen, unutulan adetler, gelenek görenekler, değişen sosyo ekonomik koşullar. Pek çok sebep bulunabilir komşuluğun gittikçe azalışına. Ama hiçbirisi tek başına bir sebep değil. Ve sebeplerin hiçbirisi toplum olarak kaybettiğimiz değerler için duyduğum acıyı dindirmiyor.

Ben çocukken yaşadığımız mahallede evler bahçeliydi. Bugün bir apartmana sığacak kadar aile, koca bir mahallede yaşardı ve komşuluk ederdi. Ne zamanki, hayatımıza müteahhitler girdi, o güzelim bahçeli evler birer birer çirkin, kalabalık apartmanlara dönüştü ve dışardan tanımadığımız insanlar geldi yerleşti, o zaman komşuluk bitti.

Kalabalık olmayınca, bir mahallede yaşayan herkes de doğal olarak birbirini tanırdı, bilirdi. Huyu huyuna uymuyorsa samimi olmazdı belki ama, birbirlerinden haberdar olurlardı yine de. Doğum, düğün, ölüm biraraya getirirdi insanları.  Mahalleye yeni taşınanlar bile bu  üç olayda davet beklemezdi. Ortak oluverirdi, komşusunun sevincine de acısına da.

Mesela çocukluğumdaki ramazanlar geliyor aklıma. Dedem her ramazan büyük bir iftar daveti verirdi. “Davet” lafı biraz kokoş kaçtı bu arada. Yerine aklıma başka kelime gelmediği için öyle dedim. Bahsettiğim iftar yemeği  davet kelimesinin hatıra getirdiği şatafat ve gösterişten yoksundu, ama kalabalık olurdu. Bütün mahalleli gelirdi.  Yemekleri mesleği aşçılık olan dedemin kiracısı yapardı. Koca koca tencerelerde. Tatlılar ve börekler annemin elinden çıkardı. Tepsi tepsi baklava yapardı  günler öncesinden.  Börekler tek fırın yetmediği için, komşuların evlerine paylaştırılırdı, hepsi aynı anda taze taze pişip iftara yetişsinler diye.  Sonra her evden toplanan masa sandalyelerle, dedemin evinin yan tarafındaki arsaya upuzun bir masa kurulurdu. Evden arsanın ortasındaki telefon direğine çekilen kabloya sıra sıra ampuller asılırdı.  Ortalık gündüz gibi aydınlanırdı.  Bu masaya herkes ama herkes gelip oturur, iftarını açardı. Biz çocuklar için ise o arsa şenlik yeri gibi olurdu. Masaların altında büyüklerden “rahat durun” azarı işitinceye kadar ebelemece, saklambaç oynar; babaannemin ve annemin eyvah yetişmeyecek çığlıkları arasında mutfakdan tatlı, börek aşırırdık. Sadece kendimiz için de değil. Mutfağa dalan, bir tek kendini düşünmez, arkadaşları için de artık insafına ne kaldıysa götürürdü.

Ramazan’ın ardından gelen bayram, şenliğin devamı olurdu sadece. Bayramlarda dedemin evi gelen giden akrabalar ve komşularla dolar taşardı. Sonra dedem vefat etti, babaannem, gelin geldiği evden çıkıp bizim yanımıza taşındı. Miras pay edilemeyince, dedemin 50 yıllık evi müteahhite gitti.  Yerine yapılan apartmanda kimse yoktu tanıdık.  İlk birkaç yıl bayramlarda dedemin zamanından kalma bir alışkanlıkla insanlar babaannemin elini öpmeye, bizimle bayramlaşmaya geldiler.  Ama kalabalık ve gürültü yeni komşularımızı rahatsız etti. Onların rahatsızlığı gelenleri ve bizi gerdi.  Yavaş yavaş ayağı kesildi insanların. Aynı apartman içinde birbiriyle değil komşuluk etmeyi, bayramlaşmayan insanlar yaşamaya başladı.   

Değişen ve zorlaşan yaşam koşulları, kadının evde, erkeğin dışarda çalıştığı aile modelini demode kıldı büyük şehirde.  Karıkoca çalışan çiftler evi akşamdan akşama uğranıp yatılan belki varsa arada yemek de yenilen  yer olarak  kullanmaya başladılar.  Hafta sonları bu çalışan çiftlerin tek boş zamanlarıydı, ev işi görmek, alışveriş yapmak ve karıkoca olduklarını hatırlayabilmek  için. Bu yaşam tarzında kadın, erkek ve bazen çocuk vardı sadece;  üçüncü kişilere ayıracak zaman olmadığı için yer de yoktu. Misafirliğe gitmek nostaljik aktivitelerden birisi oldu.  Bunun sonucu olarak önce evin en güzel yeri olan misafir odaları kalktı tedavülden. Eş dost ile haftalar öncesinden randevulaşılıp, rezervasyon yaptırılan “brunch”larda görüşülür oldu.

Çocukluğumdaki komşuluğu, samimiyeti yıllar sonra, evlenince tanıştığım modern bir taşra kasabasında tekrar buldum. Ama aradan geçen 14 yılda bakıyorum da orada da komşuluk bitiyor artık. İlk gelin olduğum zamanlardaki bayramları hatırlıyorum. Bayramlaşmaya gelenlere hizmet etmekten, sonra da iade-i ziyaret yapıp, ev ev el öpmek için dolaşmaktan akşamları ayaklarım ağrırdı. Bu bayram ise hepi topu 3-4 komşu ile bayramlaştık o kadar. Kayınvalidemin akranları artık çocuklarını evlendirdikleri için olsa gerek kışın da güneydeki yazlıklarında kalıyorlar. Ya da evlenip barklanıp İstanbul, Ankara gibi büyük şehire yerleşen çocuklarının yanına gidiyorlar. Bayramda bile evlerine dönme gereği duymuyorlar. Kasabadaki akranlarımızın çoğu ise büyükşehir adetlerine uymuşlar, çoluk çocuklarını alıp tatile gitmişler. Kimisinin içi rahat etmemiş, anne babasını da götürmüş yanında. Velhasılı kelam komşuluk bi taşrada kalmış diyorduk, o da hızla tükeniyor.

Neden diye soruyor insan ister istemez? Bulduğum sebeplerin hiçbirisi tekbaşına yeterli değil belki, ama bir araya gelince ortaya böyle bir tablonun çıkması kaçınılmaz.

İçim acıyor. Çare bulamıyorum.