Ne zaman bıraktık sevmeyi komşu olmayı demiş Şengül Balıksırtı Günaydın’daki (http://www.sabah.com.tr/Gunaydin/Yazarlar/baliksirti/2011/11/25/dedemin-insanlari) yazısında.
Bunu ben de merak ediyorum. 40 yaşındayım. 40 yıldır İstanbul'da aynı mahallede, babamın doğup büyüdüğü, dedemin yaşlanıp hakkın rahmetine kavuştuğu mahallede yaşıyorum. Komşuluğun en yoğun, en tatlı olduğu dönemleri de gördüm. Sonrasında yıllar geçtikçe azalışına ve en sonunda yokoluşuna da şahit oldum. Nedenleri üzerine epey kafa yordum. Büyüyen şehir, kalabalıklaşan nüfus, değişen, unutulan adetler, gelenek görenekler, değişen sosyo ekonomik koşullar. Pek çok sebep bulunabilir komşuluğun gittikçe azalışına. Ama hiçbirisi tek başına bir sebep değil. Ve sebeplerin hiçbirisi toplum olarak kaybettiğimiz değerler için duyduğum acıyı dindirmiyor.
Ben çocukken yaşadığımız mahallede evler bahçeliydi. Bugün bir apartmana sığacak kadar aile, koca bir mahallede yaşardı ve komşuluk ederdi. Ne zamanki, hayatımıza müteahhitler girdi, o güzelim bahçeli evler birer birer çirkin, kalabalık apartmanlara dönüştü ve dışardan tanımadığımız insanlar geldi yerleşti, o zaman komşuluk bitti.
Kalabalık olmayınca, bir mahallede yaşayan herkes de doğal olarak birbirini tanırdı, bilirdi. Huyu huyuna uymuyorsa samimi olmazdı belki ama, birbirlerinden haberdar olurlardı yine de. Doğum, düğün, ölüm biraraya getirirdi insanları. Mahalleye yeni taşınanlar bile bu üç olayda davet beklemezdi. Ortak oluverirdi, komşusunun sevincine de acısına da.
Mesela çocukluğumdaki ramazanlar geliyor aklıma. Dedem her ramazan büyük bir iftar daveti verirdi. “Davet” lafı biraz kokoş kaçtı bu arada. Yerine aklıma başka kelime gelmediği için öyle dedim. Bahsettiğim iftar yemeği davet kelimesinin hatıra getirdiği şatafat ve gösterişten yoksundu, ama kalabalık olurdu. Bütün mahalleli gelirdi. Yemekleri mesleği aşçılık olan dedemin kiracısı yapardı. Koca koca tencerelerde. Tatlılar ve börekler annemin elinden çıkardı. Tepsi tepsi baklava yapardı günler öncesinden. Börekler tek fırın yetmediği için, komşuların evlerine paylaştırılırdı, hepsi aynı anda taze taze pişip iftara yetişsinler diye. Sonra her evden toplanan masa sandalyelerle, dedemin evinin yan tarafındaki arsaya upuzun bir masa kurulurdu. Evden arsanın ortasındaki telefon direğine çekilen kabloya sıra sıra ampuller asılırdı. Ortalık gündüz gibi aydınlanırdı. Bu masaya herkes ama herkes gelip oturur, iftarını açardı. Biz çocuklar için ise o arsa şenlik yeri gibi olurdu. Masaların altında büyüklerden “rahat durun” azarı işitinceye kadar ebelemece, saklambaç oynar; babaannemin ve annemin eyvah yetişmeyecek çığlıkları arasında mutfakdan tatlı, börek aşırırdık. Sadece kendimiz için de değil. Mutfağa dalan, bir tek kendini düşünmez, arkadaşları için de artık insafına ne kaldıysa götürürdü.
Ramazan’ın ardından gelen bayram, şenliğin devamı olurdu sadece. Bayramlarda dedemin evi gelen giden akrabalar ve komşularla dolar taşardı. Sonra dedem vefat etti, babaannem, gelin geldiği evden çıkıp bizim yanımıza taşındı. Miras pay edilemeyince, dedemin 50 yıllık evi müteahhite gitti. Yerine yapılan apartmanda kimse yoktu tanıdık. İlk birkaç yıl bayramlarda dedemin zamanından kalma bir alışkanlıkla insanlar babaannemin elini öpmeye, bizimle bayramlaşmaya geldiler. Ama kalabalık ve gürültü yeni komşularımızı rahatsız etti. Onların rahatsızlığı gelenleri ve bizi gerdi. Yavaş yavaş ayağı kesildi insanların. Aynı apartman içinde birbiriyle değil komşuluk etmeyi, bayramlaşmayan insanlar yaşamaya başladı.
Değişen ve zorlaşan yaşam koşulları, kadının evde, erkeğin dışarda çalıştığı aile modelini demode kıldı büyük şehirde. Karıkoca çalışan çiftler evi akşamdan akşama uğranıp yatılan belki varsa arada yemek de yenilen yer olarak kullanmaya başladılar. Hafta sonları bu çalışan çiftlerin tek boş zamanlarıydı, ev işi görmek, alışveriş yapmak ve karıkoca olduklarını hatırlayabilmek için. Bu yaşam tarzında kadın, erkek ve bazen çocuk vardı sadece; üçüncü kişilere ayıracak zaman olmadığı için yer de yoktu. Misafirliğe gitmek nostaljik aktivitelerden birisi oldu. Bunun sonucu olarak önce evin en güzel yeri olan misafir odaları kalktı tedavülden. Eş dost ile haftalar öncesinden randevulaşılıp, rezervasyon yaptırılan “brunch”larda görüşülür oldu.
Çocukluğumdaki komşuluğu, samimiyeti yıllar sonra, evlenince tanıştığım modern bir taşra kasabasında tekrar buldum. Ama aradan geçen 14 yılda bakıyorum da orada da komşuluk bitiyor artık. İlk gelin olduğum zamanlardaki bayramları hatırlıyorum. Bayramlaşmaya gelenlere hizmet etmekten, sonra da iade-i ziyaret yapıp, ev ev el öpmek için dolaşmaktan akşamları ayaklarım ağrırdı. Bu bayram ise hepi topu 3-4 komşu ile bayramlaştık o kadar. Kayınvalidemin akranları artık çocuklarını evlendirdikleri için olsa gerek kışın da güneydeki yazlıklarında kalıyorlar. Ya da evlenip barklanıp İstanbul, Ankara gibi büyük şehire yerleşen çocuklarının yanına gidiyorlar. Bayramda bile evlerine dönme gereği duymuyorlar. Kasabadaki akranlarımızın çoğu ise büyükşehir adetlerine uymuşlar, çoluk çocuklarını alıp tatile gitmişler. Kimisinin içi rahat etmemiş, anne babasını da götürmüş yanında. Velhasılı kelam komşuluk bi taşrada kalmış diyorduk, o da hızla tükeniyor.
Neden diye soruyor insan ister istemez? Bulduğum sebeplerin hiçbirisi tekbaşına yeterli değil belki, ama bir araya gelince ortaya böyle bir tablonun çıkması kaçınılmaz.
İçim acıyor. Çare bulamıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder