Taha Akyol, Hürriyet gazetesindeki köşesinde yayınlanan “1915’te ne oldu” başlıklı yazısında Ermeni meselesine dair bugüne kadar okuduğum en aklı başında açıklamaları yapıyor. Fransa'nın soykırımı tanıması, üstüne üstlük "yoktur diyeni de hapse tıkarım" demesi, biz Türklerin canını çok yaktı tabii.
Gazeteler Fransızların bu davranışını "akıl durması"olarak niteliyor ama, asıl akıl durmasını yaşayan biz olduk. Hepimize "kal" geldi resmen. Hırsımızdan ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırdık. Fransa'la olan ticareti bitirmeyi isteyeni mi ararsın, Fransız mallarını sokağa döküp yakalım diyeni mi artık. her kafadan ayrı ses çıkıyor. Vahim olan bu tepkilerin hepsi lafta kalacak. Ermeni soykırımı iddalarına Ermenilerin silahlarıyla cevap vermediğimiz sürece bu selede altta kalan olmaya mahkumuz bence.
“Soykırım yoktur” derken bilgiden değil, inançtan hareket ettiğimiz için, etkin bir tavır almak yerine kafamızı kuma gömmeyi tercih ettiğimiz için bugün bu mesele bu kadar dallanıp budaklanmış durumdadır.
İnanç kabulü veya reddi gerektirir, bilgi ise anlamayı. Anlamaya çalışmak zordur, emek ister, kabul veya reddetmekse çok kolaydır. Bu nedenle birkaç yıl önce büyük inançla “soykırım yoktur” diyenlerin bir kısmı artık “belki de vardır” noktasına gelmişlerdir ama hala olanları anlamalarını, değerlendirmelerini sağlayacak bilgileri yoktur.
Ben şunu anlayamıyorum. Ermeniler kendi yazdıkları tarihlerine tanık buluyorlar da, biz niye bulmuyoruz. Pardon! Yanlış söyledim, biz niye tanık aramıyoruz diyecektim. Arasak bulacağız çünkü.
Ermenilerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki Müslümanların kişisel tarihlerini anlatması bile yeterli. Tabii aradan 96 sene geçti. İlk ağızdan tanık dinlemek artık imkansız. Ama ailelerde anlatılan hikayeler yok mudur? Vardır.
Benim ailemde var mesela. Annemin büyük annesi ve dedesi bizzat yaşamış kendi facialarını. Ermeni çeteleri Trabzon’daki köylerini basıp, yaşlı genç, çoluk çocuk demeden yakaladıkları herkesi köyün camisine doldurup yaktıklarında çocukmuşlar daha. Dedemin annesi fındıklığa kaçırmış ikisini de öyle kurtulmuşlar diri diri yanmaktan. Bizim ailede bu yaşanmış hikaye büyük ninemle dedem tarafından yaşam öykülerinin bir parçası olarak anlatılırdı, hani “biz neler gördük, siz şimdiki zamanın kıymetini bilin” demek için. Kimsenin aklına Ermenilere nefret kusmak gelmezdi. “O zamanlar” savaş vardı çünkü, ve kötü olan savaştı, insanlar değil.
Anadolu’da benzer hikayeleri bulunan bir sürü Türk aile vardır. Hiçbirisi kalkıp ağzını açmıyor. Ya da hiçbir araştırmacı o hikayeleri dinleyip yazmıyor, yazılanlar daha geniş kitlelere ulaştırılmıyor. Ermeniler ise misyon edinmişler. Özellikle diaspora çok sıkı çalışıyor. En ufak bir bilgiyi bile atlamıyor, büyütüp parlatıp, dünyanın gözüne sokuyor.
Ermeni meselesinde Türkiye’yi sınıfta bırakan, yaşananlar değil, bizim takındığımız tavırdır. “Başımı kuma gömeyim, fırtına nasıl olsa diner” tavrı. Gözden kaçırdığımız nokta bu fırtına doğal değil, yaratılmış, birileri boş durmayıp habire körüklüyor. Biz de kafamız kumda geçeçeği zamanı bekliyoruz.
Daha çok bekleriz.